V. MİLLİ TÜRK ORTOPEDİ ve TRAVMATOLOJİ KONGRE KİTABI

    AÇILIÞ KONUÞMALARI

    << | Ýçindekiler | >>

    Genç Meslektaşlarımıza Bazı Anılar


    Prof. Dr. Münir Ahmet SARPYENER

    Sayın Dekan, Sayın Başkanlar, sevgili arkadaşlarım,

    Bana söz söylemek fırsatını veren kongre yöneticilerine huzurunuzda teşekkür etmek isterim. Burada size memleketimizde özgür olarak 1933-34 den bu yana yani 48 yıl Ortopedi Kliğinin geçirdiği safhaları gözleriniz önünde sermek istiyorum.

    1933-1934 Öğretim yılı içinde Üniversite reformundan sonra kurulan ve ilk önce çocuk cerrahisi ve ortopedi kliniği adı ile Şişli Çocuk Hastanesinde faaliyete geçen kliniğimizin yatak sayısı 10'dur ve bunların hepsi çocuk yatağı idi.

    İçlerinde bir tek erişkin yatak yoktu. Zaten verilmiş olsaydı koyacak yer bulamazdık. Zira klinik dediğiniz yer 80 MJ tek katlı bir gecekondudan farkı yoktu. Biri iki metre diğeri 3 m2 oda dediğimiz ve hakikatte bir delikten farkı olmayan yerlerle birlikte ufak bir oda kadar ameliyathanesi ve bir ufak koğuşu vardı. Geri kalanı bir koridor ayak 5nolu ve bir servis odasından ibaretti.

    Ameliyathanesinde aseptik ameliyatlar şöyle dursun septik ameliyatlar bile korkusuzca yapılamıyordu. O zaman kadromuzda asistan yoktu, topu topu bir hemşire ve biri erkek olmak üzere üç hastabakıcımız vardı. Kırık dökük ve binbir rica ile bir köşeye atılmış fakülteden aldığımız bir daktilo makinesini tamir ettirmek suretiyle tek parmakla ben ve bazen de hocamız müşahade yazar bazen de Dekanlığa yazı yazardık. Şişli Hastanesinde pansiyoner durumundaydık ne verirlerse hastalarımıza yedirirdik. Bizim hemşire ve hastabakıcılarımıza hastane başhekimi ve Alman Şivester emir verir onlara yani bizim hemşire ve hastabakıcılarımıza izin verirlerdi. Kliniğin tümü birden gecekonduya benzeyen ve sözde klinik diye adlandırılan, Hocamızın deyişiyle (Bas-cour) kümesten ibaretti.

    Fakülte o zaman özerk değildi, bütün İstanbul Üniversitesi Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı emrindeydi. Dekan ve Rektörü Bakanlık tayin ederdi. Profesörler de öyleydi. Dekan ve Rektör bir okul mübaşir (gözetleyici olarak) çoğu zaman saat 8, 8.5 klinikleri denetliyorlardı klinik hemen her zaman kapanma tehlikesindeydi, zira o zaman meşhur bir dahiliye kliniği profesörü olan Akil Muhtar Özden öyle söylüyordu. Canım Çocuk Cerrahîsi Ortopedi nedir? Cenevre'de bile yok, bu klinik İsviçre'ye bile lazım değil, lüks efendim lüks diyordu. Beri taraftan Profesör Nissin Almanya'da özgür bir çocuk cerrahisi ve bir ortopedi kliniği yoktur. Olsa olsa bir doçent başkanlığında cerrahiye bağlı bir servis şeklinde düşünülebilinir. Verilen nedir ve ondan istenilen neden ibarettir. Onu bilen yok. İstenilen elbirliğiyle kliniği kapatmaktan ibarettir. Halbuki buna benzer klinikler o zaman Fransa'da 15 yıldan beri faaliyettedir, müstakildir ve büyük klinikler gibi çalışıyordur. Esasen ben Lyon'da klinik yabancı asistanı idim. Fransa'daki kliniğin o zaman yatak sayısı yüzdü. Hacımız Rahmetli Akif Şakir Şakar, Sudeck kliniğinde bir servis şefiydi ve o klinik hastalarının çoğu Ortopedik hastalarda işte o zamanki duyduğumuz endişe ve düşüncemiz klinik ne zaman kapanacak?

    Beri taraftan çalıştığımız Şişli Çocuk Hastanesinin Başhekimi Operatördü ve bizi orada barındırmamak için elinden gelen bütün zorlukları yapıyordu. Bizi memlekette, Üniversite çevresinde, hastanelerde kimse tanımıyordu. Çocuk Cerrahisi Çocukça bir iş sayılıyordu. Hele Ortopedi nedir? Kırık çıkıktan ibarettir. Onu köşe başındaki sınıkçılar da yapıyordu. Hatta meşhur rahmetli Hocam M. Kemal beni gördüğünde yahu Münir sana çok acıdım, ola ola nihayet bir şahrazar oldun, diyordu.

    Kendimize hasta ve çalışabilmek için material bulmak için çok zorluk çekiyorduk. Yanımızda çalışan erkek bir hastabakıcıyı cerrahi polikliniğine göndererek tedavi edilecek kırık, osteomyelitli, kemik tüberkülozlu, eli ayağı çarpık, hastaları yakalayarak biz getiriyor ve bunlarla uğraşıyorduk. Malformasyonlar, kemik ve mafsal tüberkülozları, Empyem pek çoktu ve esefle diyebilirim ki bu gibi hastaları tedavi eden yoktu. İki yıl içinde gerek üniversite muhitinde, gerekse halk tarafından tanınmaya başlanmıştık, bunu kıskanan hastane Başhekimi ile aramız büsbütün bozulmuştu. Ayda bir hastanede yapılan Bilim toplantılarında o zaman için duyulmamış tedavisini yaptığımız ve sonra muvaffak olduğumuz Vakaları gösterdikçe hastane Başhekimi ifrit kesiliyordu her yandan muhasara edilmiş durumda idik. Ortopedi ve Çocuk Cerrahisi alanında yanlış teşhis ve tedavi edilen Vakaları keşfedip tedavi etmeye başlayınca bütün operatörler bize düşman kesilmişti. Bir gün Milli Tıp Kongrelerinden birinde ortopedi alanında yapılan yanlış teşhis ve tedavi edilen Vakaları gösterince bana dayak atmadıkları kalmadı. Rahmetli Hocamıza Dekan ve Rektöre beni şikayet etmişlerdi. Hatta Hocalarımla beraber yaptığımız konsültasyonlarda Hocam Akif Şakir Şakarin ağzından konuşma diyenler bile oldu. Bu söz ve jestlere önem vermiyordum. Bir Ortopedi (Cemiyeti) Derneği kurmağı düşünmüştük. 12 hekim gerekiyordu, hangi operatörü kandırabilirdik, Rahmetli Hocanın eskiden beri tanıdığı bir kaç operatör vardı. Benim de tanıdığım birkaç doktora yalvararak ve bin bir zorla onları kandırmaya çalışıyorduk. Bize verdikleri cevap canım ne olacak haydi bu kağıdı imzalayalım bu ne cemiyetidir ne yapabileceksiniz bu cemiyetin akıbeti ne olacak diyorlardı, tabiatıyla onlardan aidat almayı düşünmüyorduk, yazdığımız yazıların posta paralarını ve diğer masraflarını ya ben ya hoca veriyordu, böylece on yıl içinde cemiyetimiz yurt iç ve dışında tanınmaya başlanmıştı.

    Asistanlarımız olmadığı için Intern gibi çalışabilecek öğrenci arıyorduk. Bir kaç öğrenci bize başvurmuş onları baş tacı etmiştik. Onlara bir miktar para ve yemek temin ediyorduk. Nihayet bize acıyarak bir asistan kadrosu verildi. Çocuk Cerrahisi ve Ortopedi ihtisas dalı olmadığı için kimse bize başvurmuyordu. Nihayet bir arkadaş geldi ve onu o zamanki kanuna göre Genel Cerrahi Kliniğine staj yapmak üzere göndermiştik. Yine bir asistanımız var diyemezdik, zira yarı bize yarı onlara çalışıyordu. Bir müddet sonra bize verilen pavyonun kifayet etmediğini anlayınca bize ona benzer bir ikinci kümes yaptır maya karar verdiler, o da 10 yataktan ibaret olacaktı. Bu sıralarda. Haseki Hastanesindeki İkinci Cerrahi Kliniği için Guraba Hastanesinde bir klinik ayrıldığından bize ikinci Cerrahinin yeri olan 40 yataklı bir kat üzerinde kliniğe benzer bir yer verdiler. Orada ufak bir atölye kurmuştuk. Bize ikinci bir asistan ve sonradan da bir doçent verdiler, o zaman daha önce ben doçent sınavına girmiş ve bundan sonra acil şirurji kitabını yazdığım için profesörlüğe yükselmiş bulunuyordum. Rahmetli Hocamız da Ordinaryüs Profesör olmuştu. Rahmetli Hoca ve ben memleket içinde bir çok makale, broşür ve kitap çıkarmıştık. Yabancı memleketlerde, milletlerarası bir çok ortopedi kongrelerine bazen yalnız ben, bazen hocamız ve bazen de her ikimizde iştirak ediyorduk. Gerek benim, gerek Hocamın 200'e yakın Türkçe ve on, onbeş yabancı dilde yayınlarımız vardı. Bu meyanda benim 1944 tarihinde Wiener medicinshe Wohenshritft dergisinde (Congenitile anke der Wirbels canal) ve 1945 tarihinde (Congenital structure of the spinal canal) namı altında the journal of bone and join surgery'de yayınladıktan sonra 1946 tarihinde aynı makale The cyclopedia of medicine surgery and specialties in 749 uncü sahifesinde yayınladıktan sonra da dış memleketlerdeki itibarımız büsbütün artmıştı. Rahmetli Hocamızın bitmez, tükenmez ısrarı üzerine nihayet bize bir doçent kadrosu verdiler, iki talip vardı biri Cevat Alpsoy, diğeri de Derviş Manizade'ydi. O zaman memleketimizdeki Ortopedi ve Travmatoloji Vakalarının % 75'i ortopedi ve % 25'i Travmatolojiye aitti. Esasen Manizade Tıp Fakültesi Birinci Cerrahi Kliniğinde asistandı. Cerrahpaşa'nın tanınmış hocalarından rahmetli Burhanettin Toker'le travmatolojiye ait Vakaları, yatırıyor ve tedavi ediyordu. Halbuki Dr. Alpsoy askerlikten yeni ayrılmış, ödevi yoktu. Alpsoy'u veya Manizade'yi almamız söz konusu idi. Manizade'nin Cerrahpaşa'da ödevi olduğu ve ilerde orada bir travmatoloji ünitesi kurabileceği düşünüldü ve yazdığı tez daha. ziyade travmatolojiyi andırıyordu. O zaman memlekette travmatoloji Vakalarından ziyade ortopedik Vakalar fazla idi. Bundan ötürü Alpsoy tercih edilmişti. Bu suretle her iki değerli arkadaş bizim tarafa alınmış oldu. Bu tarihlerde hocamız başta olmak üzere Sicot ve bundan sonra Fransız Ortopedi ve Travmatoloji cemiyetine bir kaç arkadaşla birlikte üye yazılmıştık. Bu suretle yurt dışında sesimizi. duyurabiliyorduk. Bundan biraz önce de Ankara'da bir çocuk cerrahisi ve ortopedi kliniği açılmış ve onun başına rahmetli arkadaşımız izzet Birand getirilmişti. Bununla memlekette iki çocuk cerrahisi ve ortopedi kliniği kurulmuş oldu ve artık kliniklerimizin kapanma tehlikesi de kalmamıştı. Bundan sonra Ege'de Hacettepe'de ve yeni açılan Tıp Fakültelerinde hep arkadaşlarımızı aramaya başlamışlardı. Zaten bundan önce de sağlık Başkanlığı çocuk Cerrahisi ve ortopedinin değerini çoktan anladığı için onu, ihtisas dalı olara kabul etmişti. Bu suretle bir çok arkadaş Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde ve Sigortaya yerleşmiş bulundu.

    Hocamızın vefatından sonra 10 yıldan beri Milli Delege olarak iştirak ettiğim, Milletlerarası spor hekimliği Kongrelerinde gördüğüm gibi çok çalışkan ve ideal sahibi arkadaşlarla, birlikte Türkiye'de Spor Hekimliği Derneği kurmuştuk. Kliniğimizde de spor hekimliği kursu da açmış ve buraya devam eden 40 doktor arkadaşa sertifika vermiştik. Bunlar tercihen yurt dışına giden spor kafileleriyle birlikte gidiyorlar ve değerli bir çok hizmetler yapıyorlardı. Tıbbın bu dalının önemini anlayan arkadaşlar bir müddet sonra önce Ege'de sonradan da Ankara'da birer spor Hekimliği Derneği kurmuşlardır.

    Görülüyor ki klinik kurmak, yeni bir tıp dalını ortaya çıkarmak bir savaş eseridir. Kolay değildir ve bunu bir tek insan ne kadar değerli ve kuvvetli olursa olsun yapamaz.

    Diğer sosyal kuruluşlar, dinler ve revolasyonlar bir tek şahısla meydana konamaz. Aynı inanca sahip bir çok kimselerin elbirliği ile olur. Kaldı ki iki kişi ile yürütülen, bir tıp dalını meydana çıkarmak herkesin harcı değildir. Ne dermek kurutabilir, ne de bir kongre yapılabilir. Bu maruzatım size "canım ne yaptılar" diyenlere önemli bir cevaptır.

    Tarihte dinler, akideler ve diğer sosyal kuruluşlar, çetin bir savaş eseri olarak meydana gelmiştir.

    Hz. İsa Hıristiyan dinini ancak yanındaki 12 Havari vasıtasıyla bütün Dünyaya yaymış, kendisinin ve annesi Meryem'in adından başka her hangi bir kilisede havarilerin adlarının duvarlara, yazıldığının, hatta bazen yalnız bir kilisenin adını havarilerden birinin adıyla adlandırıldığını görüyoruz.

    İslam dinine gelince Hz. Muhammed, sahabenin yardımı olmadan bir şey yapabilirmiydi? Bu ideale inanmış Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ile daha birçok inanan kimseler olmasaydı, İslam dini tahakkuk edebilirmiydi? Tabiatiyle hayır.

    Her caminin kubbesinde Hz. Muhammed'den başka onların adlarını görürsünüz. Bu mükafat ve feragatle İslam dini yükselmiş ve bütün dünyaya yayılmıştır.

    Gelelim İstiklal Harbine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, ilk Samsun'a çıktığı zaman onu Kazım Karabekir Paşa iyi karşılamamış olsaydı ve sonradan Padisahin tutuklama kararını tatbik etmiş olsaydı, acaba Atatürk İstiklal Harbini tahakkuk ettirebilirmiydi? Büyük Millet Meclisinde onu destekleyenler arkasında Müşür Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Refet Paşa ve diğer vatanseverler paşalar olmasaydı, Kuvai Milliye galip gelebilirmiydi? Ve bugünkü kudretli Türkiye meydana gelebilirmiydi? Bence Ankara'da inşa edilen Anıt Kabir'e Fransa'da Lesinvalides, olduğu gibi Anıt Kabir yapıldığı zaman bu düşündüklerimi mimarlar düşünmüş ve rahmetli Atatürk'ün mezarının her iki yanında. 5 er mezar hazırlamışlardı. Buralara milli mücadele esnasında hizmeti geçen Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, İsmet Paşa, Refet Paşa v.s. kimseler oraya defnedilmiş olsaydı daha iyi olurdu ve daha hakperest bir işlem yapılmış olurdu.

    Saygılı olalım ve herkese layık olduğu mertebeyi verelimi o zaman her alanda, her yere herkes feragatle çalışır ve memleket ilerler büyük Türk milleti daha nice Atatürk, Fevzi Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve İsmet Paşa gibi değerli kimseleri yetiştirmeye kudretlidir ve her zaman, kuvvetli ve kudretli kalacaktır.

    Atatürk gibi eşsiz bir kahraman adının her yerde bir kalkan gibi kullanmak acizlerin alıştıkları olumsuz bir müdafaa vasıtasıdır. Hele onu haksızlıkları örtmek için kullanmak, hem aziz ruhunu incitir, hem de büyük bir ahlaki zaaftır.

    Yukarıda arz ettiğim gibi, herkesin hakkını vermek, hak ettiği yere ve mevkiye yerleştirmek insanlığın en büyük idealidir. İşte bugün emekliye ayrılmış olan, arkadaşımız Manizade'ye bir onur kazandırmak için toplandığımız bu kongrede onursal Başkan olarak, yer verilmesi de büyük bir hakşinaslıktır ve ona layıktır.

    Manizade arkadaşımız meşhur Böhler'in öğrencisidir. Bilgilidir, asildir. Hakiki bir Türk'tür, vatanperverdir, tuttuğunu koparır, Almanca ve İngilizce'yi ana dili kadar bilir. Kıbrıs davasında bizim ne kadar haklı olduğumuzu güzel yazılarıyla, olağan üstü izah etmiştir. Cerrahpaşa'da Nüvesi eskiden beri kurulmuş ve rahmetli Burhanettin Toker tarafından sürdürülmüş olan davayı ele almış, sürdürmüş ve bu suretle orada kurulan travmatolojinin sahabelerinden birisini saymamız gerekmektedir. Bu vesile ile derin sevgi ve saygılarımı arzeder, sizleri derin, saygılarımla selamlarım.